14 Mart 2024 Perşembe

FİLİSTİN'İ GÖRDÜM DÜŞÜMDE

    
   Çok sevdiğim bir kardeşim, eşi, okul çağındaki oğulları ve bir ağabeyim ile bin bir meşakkat neticesinde Gazze'ye varmıştık. Niyetimiz buradaki mazlum ve Müslüman kardeşlerimizle beraber olmak, acılarını paylaşmak, onların yanında olmak ve ümmetin onları unutmadığını kendilerine hatırlatmaktı! 
   
    Bombalarla yıkılmayan evlerden birine ağabeyim ile biz yerleşmiştik. Başka bir sağlam ev ise kardeşim ve ailesine kucak açmıştı. Bu ev bize, bu hallerinde bile ellerinde avuçlarında ne varsa vermiş, azıklarını paylaşmıştı. Yutkunarak ekmek parçasını çiğniyor, zorla boğazımızdan geçiriyorduk. Sanki bunca felaketi onlar değil, biz yaşamıştık. Onlar metanetli, biz ağlamaklı idik. 
 
   Geldiğimizden beri postal sesleri eksilmiyordu. Her geçen dakika ölüm ve zulüm getiriyordu. Bombaları üzerimizde hissediyorduk. Bizim eve düşmesi de an meselesi idi. Gergin bekleyişimiz sürüyordu. Güya bir şey yapmaya gelmiştik ama misafir olarak dua ediyor, sadece bekliyorduk. Neyi bekliyorduk? Bizi himaye eden aile ile birlikte dualar ediyor, Allah'a yalvarıyorduk. Ümmeti uyandırsın da birlik versin diye yakarıyorduk. Onlara yardıma gelen bizdik fakat onlardan daha gergindik. Onlar birer metanet timsali olarak her bomba sesinde bizi teskin ediyor ve sürekli elem neşrah okuyorlardı. Yedi yaşındaki Yasir'in sesi bize göklerden bir muştu gibi geliyor ve içimize, yüreğimize tesir ediyordu. Onlar için ölüm kavuşmak, onlar için şehadet bir kevser suyu idi. 

    Gazze'de hayat böyleydi. Her an şehit olunabilirdi. Aslına bakılırsa biz de bunun için buradaydık. Ümmetin sessizliğine ve kendi hayatımızın boşluğuna inat buraya gelmiş, şehadet şerbeti içmek istemiştik. Yani hem Gazze'yi hem kendimizi kurtaracaktık! Bir ateş çemberinin içindeydik. Sağımız ateş, solumuz dumandı. Şehadete ermek için gelmiştik ama her ateş edildiğinde, her bomba patladığında bir şeyin altına, yamacına saklanıyorduk. Gazzeli kardeşlerimiz sakindi, mutmaindi; çünkü onların kalpleri Allah ile doluydu. Onlar bizi teskin ediyor ve bağrına basıyordu. Meğerse biz kurtarmaya değil, kurtulmaya gelmişiz. Onlar dinleri, şerefleri, şehirleri, vatanları için İsrail mezalimine kafa tutuyor ve ümmetin de şerefini kurtarıyordu. Belki açlardı, belki mazlumlardı ama şerefleri, dinleri hâlâ dimdik ayakta duruyordu. Ölüm onlar için vuslattı. "Onlara ölüler demeyin; onlar diridirler, siz bilemezsiniz!" müjdesine mazhar olmak istiyorlardı. Ne büyük kurtuluş, ne büyük şerefti!

    Sonunda kaldığımız eve ve diğerine de birer bomba isabet etmişti. Şimdi hep birlikte dışarıdaydık. Hiçbirimize bir şey olmamıştı ama kaçışıyorduk. Bir bilinmeze doğru yürüyorduk. İsrail askeri her yerdeydi. Bombalara karşı koyamıyorduk. Üstümüzde savaş kol geziyordu. Her yanı dumanlar kaplamıştı. Zalimler ateş ediyordu. Savunmasız çocuklara ateş ediyordu. Artık Gazze'de saklanacak yer kalmamıştı. Son bina da yerle bir olmuştu. Her yanımız yıkık döküktü. 
   
    Nihayet bir sütre gerisi bulmuştuk. Fakat arkadaşımı, ağabeyimi bu hengamede kaybetmiştim. Şehit mi olmuştu acaba; bilmiyordum. Birden çok sevdiğim diğer kardeşimi görmüştüm. Biraz önce kaybetmiş ve yeniden bulmuştum. Ailesini sakladığını söylüyordu. Bunu söylerken bile utanıyordu. "Biz buraya ailecek şehadete geldik ağabey!" diyordu. İmanlıydı. Türkiye'de iken Gazze meselesini çevremdeki herkesten daha çok savunuyordu. Hem kendi hem eşi hem de çocuğu! Tanıdığım en şerefli kişi, en şerefli aileydi. Ama gözleri doluydu kardeşimin. Hem İslam için, hem Gazze için, hem eşi hem de çocuğu için! Eşi kanserdi. Altı ay ömrü kalmıştı. Tedavisini yarım bırakmış ve buraya koşmuştu. Eşine, "Seni ve İslam'ı bırakamam, ümmetin izzeti için seninleyim!" demişti. Ne izzetli bir aileydi. 

   Zalim askerler her yanımızı sarmıştı. Artık sütre gerisi bulmak çok zordu. Herkes bir yere kaçışıyordu. Çocuklar sapan taşlarıyla bombalara karşı koyuyordu! Biz neden eli boştuk, neden buraya gelmiştik? Neden elimizde bir sapan taşı dahi yoktu? Bir kıyamettir Gazze'de kopuyordu. Ve vurulmuştuk. Kardeşim dileğine nihayet o anda kavuşmuştu. Sesi soluğu kesilmişti. Ben hâlâ yaşıyordum. Yaşıyor muydum? Yediğim kurşunlar beni şehit etmeye yetmemişti. Kardeşime bir, kendime iki üzülüyordum. 

    Gazzeli bir doktor kurşunları çıkarmıştı. Nasıl olduğunu bilmiyordum ama gözlerimi açtığımda kendimi yeniden Türkiye'de bulmuştum. O sevgili kardeşim şimdi neredeydi, ailesi neredeydi? O dostum, o ağabeyim neredeydi? Ben neden çabucak iyileşmiştim. Her şey karmakarışıktı. Her şey iç içe geçmişti; sanki bir hayal gibi...

    Bir şadırvanda abdest alıyordum. Allah Allah diyordu; o şehit kardeşim de benimle birlikte abdest alıyordu. Abdesti bitince bana dönüp şöyle demişti: "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler; fakat siz bilemezsiniz."

    Nihayet uyanmıştım. Kan ter içerisindeydim. Evet, her şey iç içe geçmişti. Her şey karmakarışıktı. Aynen Gazze gibi! Bu bir hayaldi; ama en acı bir gerçekti. Düşümde bile bu hale zor dayanmıştım. Ümmetin buna nasıl dayandığını düşünürken birden ezan sesini işitmiştim. Vakit imsak vaktiydi. Sahuru kaçırmıştım belki ama ümmetin kaçırdığından fazlası değildi. Diriliş ne zamandı? Gazze ne zaman kurtulacak, ümmet ne zaman kendini kurtaracaktı? Zulme rıza zulüm değil miydi; hem zulüm karşısında susan dilsiz şeytan değil miydi? Peki bu halimiz niceydi! 

                                           


   
    
    
      
    

10 Ağustos 2016 Çarşamba

TÜRKİYE'NİN SURİYELİ GELECEĞİ

Başlığı atarken çok düşündüm Suriyeli Mülteciler mi, Suriyeli Geçici Korunanlar mı diye atsam diye. Sonunda kararı Türkiye’nin Suriyeli Geleceği diye atmakta karar kıldım. Nitekim Türkiye’nin bir dış politika gerçeği olarak Suriye politikası olmakla birlikte bir de dış politikadan iç politika haline gelmiş ve iç içe geçmiş bir Suriyeliler gerçeği bulunmaktadır. Bunun adına Mülteci politikası denmektedir.
            Mülteci terimi BM’nin yapmış olduğu tanımla "ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişi"dir. Bu tanımdan yola çıkarak işin hukuki kısmına biraz eğilmek gerekmektedir. Yukarıdaki tanım aynı zamanda Türkiye’nin 1961 yılından beri taraf olduğu 1951- Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Konvansiyonu’nun da tanımıdır. Yani Mültecilik, sığınmacılık terimi için tanımda belirtilen kriterlerden birinin gerçekleşmesi gerekmektedir. İkinci dünya savaşının etkisi, öncesinde ve sonrasında gerçekleşen kitlesel göçler bu konvansiyonun oluşma nedenidir. Bununla birlikte 1951 yılındaki bu konvansiyon bu sebepten iki kıstas getirmiştir. “Zaman ve mekân sınırlaması kıstası” Zaman kıstası gereğince, 1951 yılından önce gerçekleşen olaylar için mültecilik tanımı olarak kabul edilirken, sonrası için bu tanım uygulanmıyordu. Mekân sınırlaması ise Avrupa’dan gelen ve Avrupa dışından gelen olarak ikiye ayrılmıştı. 1967 yılında gerçekleştirilen New York protokolü ile ilk önce zaman kısıtlaması kaldırılmış daha sonra mekân kısıtlaması da kaldırılmıştır. Ancak New York Protokolü’nü 1968 yılında onaylayan ülke olan Türkiye zaman kısıtlamasını kaldırırken mekân kısıtlamasını şu ülkelerle birlikte devam ettirmiştir: Kongo, Madagaskar ve Monako.
            Türkiye böylelikle Avrupa’dan gelenler için Mülteci statüsünü kullanırken örneğin; Suriye’den gelenler için bu terimi Şartlı Mülteci şeklinde kullanmaya başlamıştır. Bunu da 1961’den beri yapmaktadır. Yani yabancılara dair kanun ve iç mevzuatımızda bunlara sığınmacı-mülteci yerine bu tabir kullanılmaktadır. Türkiye’deki iç mevzuat gereği Mülteci sayılmak için hem Avrupa’dan gelmek gerekecek hem de daha önemlisi tanımda belirtilen ırk, din, milliyet, belli bir sosyal gruba mensubiyet ve siyasi düşünceden dolayı zulüm görme korkusu olacaktır. Peki, diğer insanlar ülkesine geri mi gönderilecek? Tabi ki hayır bu insanlar da uluslararası hukuk gereği geri gönderme yasağı denilen ilkeyle gönderilemeyecek bu tarzda olanlara da koruma sağlanacaktır.
            Mültecilik, şartlı mülteciliğin bir başka şartı ise kişisel nitelikte olmasıdır. Yani toplu bir şekilde olmamasıdır. Peki, Türkiye’ye toplu bir şekilde gelen Suriyelilerin durumu ne olarak adlandırılacaktı. Buna da yine uluslararası hukukta geçici korunanlar denmektedir. 2014 tarihindeki Geçici Koruma Yönetmeliğinde Suriyelilerin durumu açıklanmış ve herhangi bir ayrımcılığa tabi tutulmadan geçici korunan statüsünde yer almıştır. Ancak tüm Türkiye’de kullanımda yine de Mülteci-Sığınmacı olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca yine Geçici Koruma Yönetmeliği’nin Avrupa versiyonunda bu tarih iki yıl ile sınırlandırılmıştır. Türkiye ise bu konuda herhangi bir tarih belirlememiştir.
           
Türkiye’nin geçici koruma ile ilgili olarak herhangi bir tarih belirlememesi ve bu konuda Avrupa tarafından eleştirilmesi, Geçici Korunanların, Mülteci olarak adlandırılması, Arap Baharı sonrasında Arap Baharından tamamen farklı bir hal alan ve diğer ülkelerin aksine savaş durumuna geçen Suriyeli insanlar için tamamen tüm dünya halkına örnek bir biçimde bir insan hakları argümanıdır. Nitekim 2011 Nisan ayında başlayan Suriye krizinde yine bu tarihte Türkiye’ye doğru 200-300 kişi ile başlayan göç dalgası şu an 2 milyonu bulmuş durumdadır. Ülke içerisinde ve diğer ülkelerle birlikte gerçekleşen göç dalgası 10 milyon civarında olurken bu geçmişten günümüze tüm dünyanın karşılaştığı en büyük göç dalgası olarak kabul edilebilir. Çünkü geçmişteki savaşlardan, iç çatışmalardan dolayı göç edenlerin sayısı bu rakamın çok altındadır. Bugün tüm dünyaya gelen Suriyeli sayısı yaklaşık 4 milyon civarında iken bunun yüzde ellisi Türkiye’de bulunmaktadır. Diğer büyük çoğunluk sırasıyla Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır’dadır. Peki, doğuya demokrasi getirme derdinde olan Amerika, Avrupa’da bu durum nasıldır. O bölgeleri hiç karıştırmamak daha iyi olmakla birlikte batı demokrasisi ve insan hakları sınıfta kalmıştır. Her ne kadar son zamanlarda dağdan taştan ses gelmeye başlamışsa da bu yine de çok cüzi bir miktardadır.
            Türkiye bu konuda batı demokrasisine insan hakları konusunda ders vermeye daha krizin başında başlamıştır. Suriyelilere kapısını açan Türkiye hem insanlığa hem de geleceğe yatırım yapmış ve Suriyelilerin gelecekte kadim dostu olma fırsatını elinden kaçırmamıştır. Ülkenin güneydoğu sınırında çadır kentler ve kamplar kurmuş, Gaziantep, Kilis, Adıyaman, Şanlıurfa ve Mardin gibi illerde yaşam alanları oluşturmuştur. Daha sonra Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nü kurarak yabancılar, mülteciler, geçici korunanlar konusuna ne kadar önem verdiğini göstermiş, yabancıların tüm işlemlerini bu yolla kolaylaştırmıştır. Ayrıca Geçici korunan kimlik belgesi ile Suriyelilere diğer yabancılara sağlanan kolaylıkları getirmiştir. Yine bu yolda harcanan para miktar olarak neredeyse dışarıdan yapılanın on katı civarındadır ki batının yaptığı yardım ancak 400 milyon dolar civarındadır.
            Türkiye’nin Suriye politikası içeriden ve dışarıdan eleştiri alsa da işin insan hakları boyutu çok önemlidir. Yapılmaya çalışılan her şeyden önce insanlık ve komşuluk gereğidir. Geçici koruma statüsünde olan Suriyelilerin farklı bir statüde ağırlanması bunun başka bir boyutudur. Nitekim Türkiye’nin tarihten gelen bağlılıkları Suriye ile olan ilişkilerin mihenk taşıdır. Eleştiriler noktasında Geçici Koruma Yönetmeliğine baktığımızda Geçici Korumanın şu sebeplerle sonlandığı görülmektedir: Geçici korunanın kendi isteğiyle Türkiye’den ayrılmaları, geçici korunanın üçüncü bir ülkenin korumasından faydalanması, geçici korunanın insani nedenlerle veya yeniden yerleştirme kapsamında gitmesi, geçici korunanın ölmesi. Bu kriterler bile Türkiye’nin eleştirilere rağmen insan haklarına verdiği öneme atıftır.
            Uluslararası İlişkiler bağlamında ise yarın yani gelecekte Suriye’deki iç savaşın sona ermesi, batının deyimiyle demokrasinin yerleşmesi sonucunda Türkiye’nin kucak açtığı Suriyeliler, burada dünyaya gelen insanlar ülkesine döndüğünde Türkiye’nin kardeş ülke olduğunu unutmayacağından bu insan hakları ölçütlü dış politika bir nevi geleceğe de yatırım olacaktır. Yani dış politika geleceğe yönelik geçmişle ilintili ve iç politikadan bağımsız bir politika değildir. Büyük fotoğrafı görmek çok çok önemlidir.
           
Peki, Suriyeliler politikası bağlamında herhangi bir süre kısıtlamasına tabi olmayan, ülkeden gönderilemeyen, ülke içerisinde demografik yapıya etki eden ve yeni bir nüfus birimi oluşturan bu insanların Türkiye’nin dezavantajına olmaması için neler yapılabilir? Bu konuda yer alan bu insanların temel sorunlarını çözmek, sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliğini arttırmak, Suriyelilerin akil insanlarından yararlanmak, dünya ülkelerinin katılımını arttırmak, eğitim, kültür camiaları ile hareket etmek gerekmektedir. Yine eğitim faaliyetlerine önem vermek gerekmekte ve bu konuda bir neslin heba olduğunu da gözden kaçırmamak gerekmektedir. Nitekim Suriye krizinin başlangıcından günümüze dört yılı aşkın bir süre geçmiştir. Bu insanların eğitim problemini çözmez isek geçicilik statüsü bir gün kalıcılık statüsüne dönüştüğü zaman eğitimsiz bir nesil meydana getirmiş oluruz. Veyahut bu insanlar kendi ülkesine döndüğü vakit kendi ülkelerini yönetecek kabiliyete erişemezler ve bu komşuluk ilişkimizden tutun da insan haklarına kadar büyük bir probleme gebe kalır. Hal böyle olunca da Batının Demokles Kılıcı üzerlerinden eksik olmaz.
            Unutulmamalıdır ki Suriye sorununun ne zaman biteceği meçhul bu sebeple ülkemizde yaşayan insanlara geçicilik değil de kalıcılık misyonuna göre entegre bir süreç uygulanmalı kalırsa kalır kalmazsa yine kalır parolası ile geleceğe de yatırım yapılmış olur. Bu insanlar gelecekte bir gün minnetle andıkları bu toprakların insanına gerektiğinde kucak açma erdemini de gösterecektir. Dünyada hangi ülkenin başına ne geleceği bilinmez önemli olan evrensel hukuku uygulamak ve insan olmak, insanca yaşamak ve de yaşatmaktır.
             
             

            

TERÖR VE TERÖRİZMLE MÜCADELEDE HALKIN KATILIMI


            Modern çağın savaşı olan terör ve bununla mücadelenin çok yönlü safhaları bulunmaktadır. Bu safhalar topyekün ele alınmazsa başarılı olmak mümkün değildir. Bu safhalarla mücadele ederken mücadele birimlerinden biri de halk ve halkın gücü olmaktadır.
            Terörle mücadele de halkın katılımı bu bakıma değerlidir hatta olmazsa olmaz bir safhadır. Ancak bu katılım istenilen düzeyde midir bu tartışma konularından biridir. Çünkü Terörün ilk hedefi halk olduğundan bu kimi zaman kolay olmamaktadır. Halkın propaganda gücüne karşı koyup, provakatif faaliyetlere cevap vermesi hayli zaman almaktadır ya da profesyonelce olmamaktadır. Hele şiddet çağında bu düzeni tahsis etmenin devlet gücüne dayandığı günümüzde halkın ihmal edilmesi bu işi biraz daha zorlaştırmaktadır. Çoğu zaman terörle mücadele konusunda halkın eğitimi ihmal edilmekte ve halk tarafında birinci öncelik haline gelmemekte, halkın ise bu işe müdahale etmemesi, devletin işine karışmaması görülen durumlar arasındadır.
            Devletin kamu düzenini ihdas ederken halkın eğitim düzeyine dikkat etmesi ve bu düzeye uygun çeşitli programlarla profesyonel bir biçimde halkı bilgilendirmesi ve mücadeleye ortak etmesi gerekmektedir. Bu mücadele tabi ki topla, tüfekle, taşla yapılan bir mücadele değildir. Sınırları belirlenmiş bir düzene sahip olan devlet zaten bu güce sahiptir ve gerektiğinde bu gücünü zaten kullanacaktır. Yani silahlı güç devlete aittir. Devlet dışında yer alan halkın silahlanması düşünülemez düşünülmesi dahi evrensel normlara ve insan haklarına aykırıdır. Devletin silahlı gücü terör örgütleriyle olan savaşını sürdürecektir. Halk mücadeleye olan tavrını, terör örgütleri ile arasına mesafe koyarak, ona destek ve prim vermeyerek, görüldüğü yerde herhangi bir örgüt mensubunu veya eylem istihbaratını devlet yetkilileri ile paylaşarak yani tabiri caizse elini taşın altına koyarak gerçekleştirecektir.
            Modern çağın felaketi terör ve terörizm hedef olarak iç çatışmayı alır. Hele etnik kavmiyetçilik üzerinden yürütülen bu program halkı karşı karşıya getirerek bunun üzerinden kazanım sağlar aslında büyük hedef ekonomidir. Zira ekonomisi yıpratılan bir ülkenin ele geçirilmesi çok daha kolay olacaktır.
Peki, çözüm önerileri nedir?
-Şiddet çağında şiddete müsamaha göstermeyip devletin mücadelesine katkı sağlamak.
-Etnik milliyetçilik üzerinden ırkçılığa müsamaha göstermemek.
-Demokratik tepkiler dışında herhangi bir toplantı ve gösteriye katılmamak.
-Tahriklere kapılmadan, yakıp yıkmadan ülke ekonomisinin ayakta durmasını sağlamak.
-Profesyonel bir birey olarak devlet birimleriyle irtibata geçerek terör eylemi yapabilecek kişileri ihbar ederek kamu düzenine yardımcı olmak.
Terör ve Terörizm ile mücadele profesyonel bir iştir. Bunun halk ayağı olmadan çözülmesi mümkün değildir. Halkın ise bütün tahriklere ve provokasyonlara mahal vermeden katılımı, şiddet çağında şiddetli tepkiler göstermeden mücadelenin silahlı ve güçlü ayağının devlette olduğunu unutmayarak, hissiyatıyla hareket etmemesi gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki halkın profesyonellikten uzaklaşarak hareket etmesi devletin işine yaramak yerine bilakis işini zorlaştıracaktır.
             
           


SOKAK ARKADAŞLARI

Sokak lambası ve altında bir köpek
Sabah ezanını bekler köpek haykırmak için
Bir ben var onları izleyen bir de sokak
Bizler sokakta birer arkadaş

Aynı dili konuşmayız belki
Lakin anlaşmak için gönül dili yeter bize
Birimiz mesken tutar birimiz ise aydınlatır sokağı
Birimizde ise onun yılmaz bekçiliği

Aslında üçümüzde yalnızız
Ne kadar arkadaş olsak da
Birimizin canı yok birimizin fikri
Birimizinse firarda ruhu

Bizimkisi birlikte yalnızlık
Yalnızlığın içinde beraberlik
Birbirini izleyen üç varlık
Garip arkadaşlığımızda yokluk

Sokak lambası, sokak köpeği ve sokak çocuğu
Hepsinin başında bir sokak
Bizler yolun sonunda toprak

Üç arkadaş şimdi ne yapsak

SERSERİ (1967) VE YALNIZLIK



Serseri filmi, 1967 yılına ait, başrollerinde Sadri Alışık ve Sema Özcan’ın oynadığı, Senaryosu Safa Önal’a ait, Prodüktörlüğünü Berker İnanoğlu’nun üstlendiği ve Yönetmen koltuğunda O.Nuri Ergün’ün oturduğu dönemin güzel bir Halk sineması örneğidir. Filmin adından da anlaşılacağı üzere Serseri burada Sadri Alışık’ın hayat verdiği Kazım isimli karakterdir. Ancak burada Serseri kelimesi tipik manada oturtulmuş bir deyim değildir. Filmin genel perspektifinde Kazım’ın yalnız bir adam olmasından ötürü bu isim seçilmiş olsa gerektir. Zira Kazım yalnızlık içerisinde kendi iç bunalımıyla meşgul bir adamdır. Kazım, filmde balıkçıdır. Lakin aksi, selamsız ve kendinden başka kimseyle muhabbet kurmayan bu adamın işleri de rayında gitmez. İnsanlar tam da bu sebepten Kazım’dan hep şikâyetçidir. Bitirimler Meyhanesi Kazım’ın uğrak yeridir. Her akşam balıklarını satar satmaz geldiği bu yerde yine selamsız, sabahsız ve muhabbetsiz takıldıktan sonra evine gider ve insanların selamına bile kulak tıkar. Bir gün tan yeri ağarırken balıktan döndüğü vakit o küçük kulübesinin önünde mehtabı seyreden kör bir kıza, Zeynep’e (Sema Özcan) rast gelir. İlk önce ne işi olduğunu sorar. Sonra kör olduğunu anlayınca ona yardım etmek ister ve kolundan tutup Bitirimler Meyhanesine dalar. Burada önce yaşlılardan sonra evli ve çocuklulardan yardım dilenir. Ancak beklediği karşılığı bulamaz ve Zeynep’i ortada bırakmayarak fakirhanesine götürür. Burada Zeynep’in hayatta kalan son yakınını da kaybettiğini ve kimsesiz kaldığını öğrenir ve yarın karakola başvurmasını salık verir. Zeynep ise yarın gideceğini söyler fakat ertesi gün hiçbir yere gidemez. Kazım ise bir sonraki gün onunla balığa çıkar ve balık satar. Zeynep, Kazım’a insanları sevmediğini, bunu anladığını söyler. Kazım ise, onların da kendisini hiçbir zaman sevmediğini zaten kendi kendine de yettiğini söyler. Kazım 40’lı yaşlarda hiç evlenmemiş bir adamdır, Zeynep ise henüz 30 yaşında bile değildir. Zeynep’in kör olmasına rağmen çok güzel olması ve beraber kalmaları dedikodulara sebep olmuş zaten Kazım’ı hiçbir zaman sevmeyenler bu işi karakola kadar aksettirmişlerdir. Kapıya dayanan polis sonrasında sinirlenen Kazım bitirimleri basar ve ortalığı dağıtır. Zeynep’i de özür dilediler, anlaştık diye oyalar. Kazım bu arada Zeynep’e âşık olmuştur. Ancak yaş farkı, Zeynep’in güzel olması ve kendisine sığınmasından dolayı bunu kendisine yediremez ve aşkını açıklayamaz. Kazım bu aşkın etkisiyle değişmiş, balık satarken bağırmaya, eve erken gelmeye ve gülmeye başlamıştır. Bir nevi yalnızlığını unutmuştur. Hatta kumarda dahi kazanmaya başlamıştır. Bu arada Zeynep’in en sevdiği şey ise Kazım’ın kendisine ud çalarken şarkı söylemesidir. Bir gün Kazım, Zeynep’in gözünün açtırılabileceğini öğrenir ve Zeynep’in doktoruna başvurur. Doktor onbeş bin karşılığında tekrar görebileceğini söylediğinde Kazım yıkılır. Zira bu parayı bulmak kendisi için imkânsızdır. Çareyi Bitirimler Meyhanesinin kasasını patlatmakta bulur ve kasadan onbeş bin alarak soluğu doktorun yanında alır ve parayı verir. Sonra Zeynep’e müjdeyi vererek yanından ayrılır. Bir sonraki durağı bitirimlerden tek arkadaşıdır (Süleyman Turan). Ona soygun yaptığını ve teslim olacağını söyler.  Kendi gibi yalnız olan arkadaşına kendi yerine geçip, gözleri açıldığında Zeynep’le evlenmesini ve buralardan gitmesini söyler. Arkadaşı önce bunu kabul etmez. Ancak Kazım’ın ısrarıyla ve onun daha genç olduğunu, Zeynep’e daha layık olduğunu, Zeynep’in kendisini sevmediğini, onun ortada kalmasını istemediğini söylemesiyle kabul eder. Zeynep’in gözlerindeki bandaj sökülmeden son bir kez onu gören Kazım, hastane önüne gelen polise teslim olur ve hastane odasında elinde Zeynep’in en çok sevdiği ak güvercinle Kazım olarak arkadaşı girer. Zeynep gözleri açılınca ilk onu görür ve elindeki güvercinden ötürü bunu ancak Kazım düşünürdü der ve onun boynuna sarılır. Beraberce Kazım’ın fakir kulübesinin önündeki kıyıya geldiklerinde Zeynep, Kazım’ın üzerinde Zeynep yazan kayığını görür ve dönerek Kazım nerede diye sorar. Arkadaşı buradayım der ancak Zeynep daha ilk görüşümde senin Kazım olmadığını anladım der. Senin ne kokun, ne sesin Kazım’a benziyor, ud çal dedim kaçtın, bitirimlere götür dedim götürmedin lütfen beni Kazım’a götür der.  Ve Kazım’ı çok sevdiğini, gözlerinin açılmasını dahi bir tek Kazım’ı görmek için istediğini ifade eder. Bunu öğrenen arkadaşı Kazım’a olan yeminine rağmen Zeynep’e her şeyi anlatır ve sevenleri kavuşturmak ister.
Ve son sahne... Zeynep hapishaneye geldiğinde Kazım çok şaşırır ve Zeynep’in Kazım Kazım bağrışmalarına karşılık ben Kazım değilim dediği esnada arkasından Gardiyan’ın tok sesi duyulur; burada senden başka Kazım var mı? Çaresiz kabullenir ve Zeynep’in kendisini çok sevdiğini, bir ömür boyu onu bekleyeceğini duyar. Bekle o zaman geleceğim der ve film sona erer.  
Yalnızlığın, sevginin bu kadar güzel anlatıldığı sayılı filmlerden biridir Serseri. Bir sahnesinde insanların kötü, anlayışsız ve zararlı olduğundan dem vurarak yalnızlaştıran kişiliğinden bahseden Kazım karakteri neden aksi, neden yalnız olduğunu da açıklar ve insanların sahte sevgisinden söz eder. Dolayısıyla zaten kimi kimsesi olmayan karakter insanların da yozlaşmış kişiliklerinden bunalıp kendi kabuğuna çekilerek tek başına bir hayata kendisini mahkûm etmiştir. Onu kendisine getiren, sevmeyi öğreten ve bu sevgiyi öğrendiğinde yaşamında bariz bir mutluluk farkı oluşturan gözleri görmeyen ancak gönül gözü açık Zeynep karakteri olmuştur. Safiyane, birbirinden habersiz, kötülükten uzak bir şekilde beden temasının dışında gönül gözüyle birbirini seven karakterler filmin sonunda parmaklıklar ardında da olsa vuslatın heyecanını yaşamışlar ve izleyiciye yaşatmışlardır. Filmin zenginliğini sağlayan enstantaneler olan ud, ak güvercin ve niyet teması ayrı bir öneme sahiptir. Kısacası siyah beyaz olan bu filmde renksizliğin içinde senaryosuyla, yönetimiyle, konusu ve nihayet oyunculuk kalitesiyle üzerinden değil 50 yıl 150 yıl geçse de insanın duygu bağlamında alabileceği çok şey bulunmaktadır.

İyi ki varsın Yeşilçam...  

RİSALETÜ'N TESBİHAT

Harkail, çıktı aşka
Döndü baştanbaşa
Üç bin sene uçtu sekiz bin kanadıyla arşa
Yine ulaşamadı bir türlü aşka

Hak, tuttu kaldırdı bitkin olmak yok aşka
Kuvvet verirse nefesiyle
Harkail, olur başka
Menzil yenilenir tekrar yola çıkmak aşka

Üç tekrar bir tek nefes
Arşa doğru dokuz bin sefer
Velâkin arşın yalnız bir ayağına değinmek
Dolaşamaz tüm âlemi zinhar acziyet

Arşı perdeler bin perde nur, bin perde karanlık
Melekler yanmasın deyi perdeler durur
Saf saf yetmiş bin melek
Hakka değin tespihe vurur

Sonra bir titreme alır arşın melekleri
Başı inci, bedeni altın, gözleri yakut yılan edince hakkı tespih
Eğer sarının tespihine edilse taltif
Yeryüzü an’da olur ters yüz

Arş melekleri korkutur gökyüzününkileri
Göktekilerse ürkütür cisimcileri
Korkmak şöyle dursun onlar tespih de bir
Kimi rükûda kimi secdede kimi kıyamda bir

Meleklerin de peygamberi olur belki
Olmaz mı? takdir bu neden olmasın
Surun hâkimi İsrafil’in mührü
Yeri göğü neden vurmasın

Cebrail an’da gelir kanatlarıyla
Altı yüzden saçaklarıyla
Mikail’in nuru yetişir kardan adamlarıyla
Her tanesinde rahmet getiren sularıyla

Nur tanelerini getiren melek
İstirahata çekilir kıyamete dek
Marifet İbrahim Hakkı’ya selamet
Sanma ki bizimkisi garabet

Azrail emrinde bilinir gazap hep
Hâlbuki değildir bundan ibaret
O’nun rahmet tecellisi meleklerine de sirayet

Dört melek peygamber tespihten azamet

ÖLÜMÜN TERENNÜMÜ

Siyah simsiyah bir geceydi
Günah hiç bu kadar zevkli değildi
Kararan gecenin bir ucunda ben
Bir ucundaysa sevap kırıntıları vardı

İliklerime işleyen bu nefes
Ölümden önceki en tatlı dokunuş
Yavaş yavaş, ağır ağır ve sessiz
İnsanlar seslerden habersiz

Ilık nefesim gayretsiz bir rüzgâr
Gecenin gürültüsüne konar
Kulaklar onunla dolar
Lakin kulakları kim takar

Tıkanmış bir kir topuyla bu kulaklar
Açmaya gücü yeter mi ezanlar
Gecenin en karanlığında insanlar
Ezana değil kıyamete koşar

Kıyamet kopmuş habersiz
Hem de almadan yanına bensiz
Nereye diyene sessiz
Gelmem diyene çaresiz

Bir uğultu kopar seslerden, gecelerden
Rüzgâr kıskanır elbet! Neden?
Gelen yağız atlı ötelerden
Vaktidir der kalk hazırlan gaipten

Sonra yine yarı ölüm halinden
Bu da değil, yine olmadı ölümden
Rüyalardan, hayallerden her ikisinden
Sıyrılmadı günahtan, geceden, bedenden

Artık gelecekse gelsin nereden
Kopacaksa kopsun tepeden
Alsın götürsün beni buradan
Hayatın bittiği noktadan

Sonunda oldu!
Terennüm ederken ölümü; saçlara aklar kondu
Meçhulden gelen kır atlı

Nokta nokta işlenen yerine oturdu