13 Mayıs 2016 Cuma

ŞÜKÜR VE TEVEKKÜL

           Mübarek bir Cuma gününü daha idrak ediyoruz.  6 Şaban 1437 gününe karşılık gelen, 13 Mayıs 2016 günü, başkent Ankara’da merkezi sistemden bir vaaz dinledik. Şahsi düşüncelerimle belirtmek isterim ki, dinlemiş olduğum en içten vaazlardan biriydi. Vaazın yetiştiğim kısmında ağlamaklı bir ses tonuyla vaaz eden kişinin ağzından şu cümleler dökülüyordu:
            “Şu garip kardeşiniz 1980 yılında babasını kaybettiğinde, o dönem Ramazan ayında bir kişi fitresini getirerek 'dört kişilik ailemizin fitresini size vermek istiyorum. Buyurun.' Demişti. Ben o zaman köyümüzde bulunan bir ağacın altına gidip ağlayarak dua ettim. Ve dedim ki ‘Allah’ım, ben bu fitreyi borç olarak alıyorum. Yalvarırım bana bu borcu ödeme fırsatını yarat.’ Ben o zamanda şimdi ki gibi gözleri görmeyen biriydim. Sizin gibi iyi insanların vermiş olduğu fitreler ve yaptıkları yardımlar vesilesiyle büyüdüm. Hiçbir zaman halimden şikâyet etmedim. Hep şükrettim. Şimdi bir kez daha sizlerin şahitliğinde Allah’ın bana uygun gördüğü bu hale şükrediyorum. Elhamdülillah!”
           Cemaatle birlikte güzel duygular içerisinde hocamızı dinliyorduk. Evet, hocamız diyorum, çünkü vaaz eden kişiyi hoca sanıyorduk. Sohbetin içtenliği caminin içini öylesine sarmıştı ki dışarıdan bir ses kulaklarımıza herhangi bir müdahalede bulunamıyordu. Devamında hocamız;
      “Şu kardeşinize sonra bir iş nasip oldu. TRT’ye girdim. Yirmi iki seneden beri de TRT bünyesinde spiker, programcı ve radyocu olarak çalışmaktayım. Görmüyorum ama duyuyorum, hissediyorum, dinliyorum ve konuşuyorum. Yine Allah bana 2012 yılında Umreye gitmeyi nasip eyledi. Umreye gittiğimde öyle güzel şeyler hissettim ki anlatamam. Efendimiz’in (S.A.V) ayak bastığı her yeri hissettim ve onlara adeta dokundum. Sonra bir kez daha gözlerimin görmeyişine şükrettim. Çünkü ben görüyor olsaydım bu duyguları bu kadar net hissedemezdim. Allah, bizleri türlü türlü yaratmıştır. Örneğin, boynuzlu yaratmış olsaydı buna isyan mı edecektik. Hâşâ! Öyleyse beni böyle yaratmasına da şükretmem gerekiyor. Yine Allah bana öyle bir güzellik daha nasip etti ki buna da şükürler olsun. Ben şimdiye kadar kendimle birlikte üç yüz elli altı engelli kardeşimizin umreye gitmesine vesile oldum. Bu ne yüce şereftir. Bir keresinde bir imam efendi bana dua etti gözlerimin açılması için önce Âmin dedim sonra dışarı çıktığımda ‘Af eyle Yarabbim, şükürler olsun sana’ diye dua ettim. Şimdi ben bu kadar şerefe ne kadar şükretsem az değil midir?
         Hepimiz şaşırmıştık. Vaaz eden kişi bir hoca değildi. Üstelik bir radyocu idi. Sohbetiyle cemaati mest eden bu zat daha sonra konuşmasını şu şekilde bitirdi:
    “Benim gibi köyden kalkıp gelen, üstelik gözleri görmeyen, fitrelerle büyüyen birine, burada Müslümanlara hitap etmesi için imkân veren Allah’a sonsuz şükürler olsun. Bunlar benim hayal edemeyeceğim güzelliklerdir. Bu benim için gözlerimin açılması gibi bir şeydir. Yine bana burada konuşma imkânı veren Müftümüze, yardımcısına ve sizlere teşekkür ederim. Son olarak, şunları söylemek isterim; Allah rızası için, bizim için kolaylık sunan şeylere engel olmayalım. Mesela, kaldırımlara bizim yolumuzun üzerine, özellikle de sarı çizgilere araba park etmeyelim. Kaldırımları işgal etmeyelim. Siz bize engel olmayın ki biz de ahrette bize engel olmadılar, yardımcı oldular diye şahitlik edelim. Allah, şu zor günlerde memleketimize yardım eylesin. Terör belasını bitirsin. Teröristlere fırsat vermesin. Tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun. Vatanımıza ve vatan kahramanlarına Allah yardım eylesin. Âmin.”

        Şükür ve tevekkül noktasında bir teslimiyet konuşması yapan bu zatın verdiği mesajlar konunun hassasiyeti gereği cemaati etkilemişti. Alışık olduğumuz türden bir sohbet değildi bu. İnsanlar bu sohbetten ders almıştır diye düşünmeden edemiyor insan. Sonuçta toplumun içerisinden gelen ve türlü sıkıntılara duçar olmuş bir kişi olarak kendi hayatından deneyimleri aktaran bu zatın Allah’a şükrü, tevekkülü düşünülmesi gereken dersler içermekteydi. Bu zatın iyi niyetli uyarıları ise, engellilere davranış tarzımız konusunda da bize bazı mesajlar vermektedir. Kısaca bize destek olun, engel değil! Diyerek kendilerine yardımcı olmanın ne kadar önemli olduğunu anlatan bu kişi, hepimize engelli doğmanın takdiri ilahinin bir tecellisi olduğunu, sabır ve şükür ile Allah’a tevekkülün şart olduğunu, engellilerin hayatındaki engelleri karınca kararınca kaldırmanın insanlık görevi olduğunu salık vermektedir.

12 Mayıs 2016 Perşembe

YOLCU

                                                           
            1990’lı yıllar İstanbul.
Selim, fakir bir ailenin 5 çocuğundan en büyüğü idi. Hem fakirlik hem de kardeşlerin en büyüğü olmak Selim'in hayatına birtakım zorluklar getirmişti. Kimi zaman sadece bir ekmek ve birkaç zeytinle idare etmek zorunda kalmak ve bunları da bir ağabey sorumluluğu ile kardeşlerine bırakmak, onda bazen yılgınlığa sebep oluyor, ama bunları hep içine atıyordu. Babası tekstil fabrikasında cüzi bir miktar ücretle çalışıyor ve böylece kıt kanaat geçiniyorlardı. Buna rağmen babası çocuklarının okumasını ve bu sefaletten kurtulmasını istiyordu. Bu sebeple her gün en büyük çocuğu Selim’e nasihatte bulunuyor ve kendisi gibi fabrika köşelerinde sürünmemesi için okumasını öğütlüyordu.
Selim ve ailesi için seneler yokluk, fakirlik içerisinde geçerken, Babası Selim’e, sürekli okuması gerektiğini söylüyor ve onun tüm sızlanmalarına rağmen, onu herhangi bir yere çırak göndermiyordu. Annesi bazen evlere temizliğe gidiyor, o da çocuklarının okuyup güzel bir hayat sürmesini istiyordu.
            Seneler birbirini kovalamış, Selim, üniversite imtihanlarına girmişti. Sınava iyi hazırlanma imkânı elde edememiş, ancak hayata hemen atılma derdi, onun tercihlerini etkilemiş ve nihayet bir muhasebe bölümüne kaydını yaptırmıştı. Aslında bu bölüm onun için biçilmiş bir kaftandı. Çünkü bölümün 2 yıllık olması, onun kısa sürede hayata atılması demekti. Hem muhasebe bölümü mezunlarına ihtiyaç olması, onun kısa sürede iş bulacağı ve para kazanacağı anlamına geliyordu. Nitekim fakirliğin onun kaderi olmasına boyun eğmemeliydi. Kendisi azimliydi, parasız geçen çocukluğu ve delikanlılık günleri, onu hırslı bir yapıya dönüştürmüştü. Şimdiye kadar hiçbir isteği tam olarak yerine getirilememiş, hep bir şeyi eksik kalmıştı. Bu da ruh halini bir hayli bozmuştu. İşte tüm bunlardan kurtulmak için karşısına bir fırsat çıkmıştı. Okulunu bitirecek ve para kazanacaktı. Hem bu şekilde yoksul ailesine de yardım etmiş, onlara iyi bir yaşam sunmuş olacaktı.
            Bu düşüncelerle ve bin bir zorlukla okulu bitirdi Selim. Bitirir bitirmez de azmi ve hırsı ile hemen iş buldu. Bir bankanın mülakat sınavlarına girip, mülakat komisyonunun tüm sorularına cevap vermiş, onları etkilemiş ve işe alınmıştı. İlk maaşının hepsini ailesine harcayıp, kardeşlerinin yüzünü güldürdü. Daha önce cebinde metelik olmaması ve cüzi de olsa bir miktar para kazanmaya başlaması onu sanki dünyanın en zengin insanı yapmıştı.
Bu hal, böylece bir iki sene daha devam etti. Selim’in biti kanlanmaya başlamıştı. Artık maaşının yetmediğini düşünüyordu. Aile kavramının ve kardeş sevgisinin yerini para hırsı ve sevdası almıştı. Önceleri kendilerine daha iyi bir yaşam sunma derdi güttüğü ailesi ve onlara olan sevgisi yerini para sevgisine bırakmıştı. Artık ailesinden kurtulmak istiyordu. Onları sırtında bir kambur, hatta boynuna yapışan bir kene gibi görmeye başlamıştı. Kendi kendine söyleniyor ve şöyle diyordu:
  -Daha çok para kazanmam lazım, bu fakirliğin bitmesi gerek, ben bir muhasebeciyim, benim bir maaşım var, aile de bir yere kadar canım. Babam da okusaymış ne yapalım, ben onun ailesine bakmak zorunda değilim ya.
 Bankada azimli yapısı ve çalışkanlığı ile kısa sürede muhasebe birim sorumluluğuna getirilmişti. Maaşı da böylece artmaya başlamıştı. Ama ailesine olan uzaklığı da büyüyordu. Bir gün ailesine artık ayrı evde yaşamak istiyorum dediğinde, annesi ağlamaya başladı. Babası onu sakinleştirerek:
-Hakkı tabi koca adam oldu, hem para da kazanıyor ağlama hanım. Dedi.
Babasının tavrına çok sevinmişti Selim. Bir hafta sonra ailesi ile vedalaştıktan sonra bekâr bir arkadaşının yanına yerleşmek üzere evden ayrılırken, ailesine de merak etmeyin aydan aya paranızı düzenli bir şekilde getireceğim demişti. Bu tavrına babası hiç yanıt vermemiş, annesinin acısı ise ikiye katlanmıştı. Evden ayrıldıktan sonra dediği gibi, aydan aya ailesine uğruyor ve para bırakıyordu. Bu hal bir yıl kadar sürdü.
Bir gün, bankaya orta yaşlı güzel, alımlı bir kadın geldi. Bu kadın bir miktar parayı, bankaya başka bir isim adına yatırdı. Kadın, Selim’e daha önceki bankadan memnun olmadıklarını ve bu sebepten banka değiştirdiklerini, yaşlı bir adamın hizmetine baktığını söyleyerek ekledi;
-Ben Kerime.
Kerime, sık sık gelmeye başlamıştı bankaya. Her defasında bir bahane bulup, bankadan ayrılmıyordu. Çalışanlar bu durumdan iyice rahatsız olunca Selim, bir gün;
-Çamlıca tepesinde güzel bir çay bahçesi var. İş çıkışı orada buluşalım olur mu? Dedi.
Güzel kadın hiç üstelemeden başıyla onayladı ve
-Bekleyeceğim. Dedi.
Aralarındaki yaş farkı Selim’i rahatsız etmiyor. Kerime’nin yaşça büyük olması onu ilgilendirmediği gibi, günden güne ona daha da âşık oluyordu. Kerime de bu durumdan rahatsızlık duymuyordu. İlişkileri ilerlemişti. Bir gün, Kerime;
-Moruk! Zırnık koklatmıyor, kimi kimsesi de yok, sanki mezara götürecek paraları. Dedi. Selim ise, buna cevap vermedi.
Kerime, Selim’i ailesinden tamamen ayırmıştı. Selim, artık ailesi ile görüşmüyor, onlara beş para vermiyordu. Beraberce eğleniyor, geziyor ve günlerini gün ediyorlardı. Ama doyumsuz bir tavırla kimi zaman isyanı ihmal etmiyorlardı. Daha çok kazanmak varken ellerine geçen azıcık paraya.
Kerime, Selim’in aklını başından almıştı. Kimi zaman onun bekâr evine gidiyor, kimi zamansa onu gizlice yaşlı adamın evine alıyordu. Bu arada onu gece hayatına da alıştırmıştı. Selim böylelikle, hayatında tatmadığı sigara ve alkole başlamış, kumara da müptela olmuştu. İlk zamanlar para kazandığını gören Selim, bu şekilde kumardan zevk alıyor, para kazandıkça hevesi daha da artıyordu. Kerime ise, yanından, yöresinden hiç ayrılmıyor, elinde içki bardağı ile onun başına dikiliyordu. Bir gün kaybetme sırası ona da gelmişti. Kazandığı paralar bir bir erimeye başlamış ve nihayet son parası da tükenmişti. Artık maaşını da kumarda harcıyordu. Bir gün Kerime, Selim’e bir teklifte bulundu:
-Hiçbir şey olmaz, yaşlı, moruk bir adamın teki zaten, ruhu bile duymaz merak etme, tereyağından kıl çeker gibi hallederiz, kaybettiğimiz paraları böylece tekrar kazanırız, hem ben sana yardım ederim.
-Peki.
Selim, o gece yaşlı adamın evinin arka kapısında belirdi. Ona kapıyı açan Kerime, kendisini gizlice içeriye aldı. Daha sonra beraberce yaşlı adamın, çalışma odasına doğru yöneldiler. Kerime, korkmamasını, moruğun yattığını ve uykusunun ağır olduğunu söyledi. Ancak Selim, soğuk terler döküyor ve korkudan titriyordu. Kerime, kendisine suç ortağı bulmuş ve Selim’le birlikte yaşlı adamın kasasını soymaya koyulmuşlardı. Kendisi tek başına yapmaya cesaret edememiş, Selim’i de buna cazibesi ile kolaylıkla ikna etmişti.
Selim, yanında getirdiği levye ile birkaç denemeden sonra kasayı açmayı başardı. Kerime bu arada söyleniyordu.
-Ben demiştim hemen açarız diye. Kendisi gibi çürüktür kasası.
Selim, kasanın içine baktığında hayal kırıklığına uğramıştı. Kerime’ye ters ters baktı ve ekledi:
            -Burada benim sadece iki maaşım kadar para var.
            -Yaşlı mendebur.
          Selim ve Kerime, paranın azlığına rağmen, kasanın içerisindeki tüm parayı almıştı. Ertesi günse bu para kumarda kaybedilmiş, ikisi birden yeni arayışlara koyulmuştu. Selim, tam bir kumarbaz olmuştu ve kumardan bir türlü vazgeçemiyordu. Kerime ile ilişkileri de bozulmaya başlamış, son olaydan sonra birbirlerinden soğumuşlardı. Yaşlı adam, kasasını boş görünce Kerime’yi sıkıştırmış ve onun çaldığını öğrenmişti. Polise ihbar etmek yerine de kovmayı tercih etmişti. Kerime de ortalıktan kaybolmuştu.
            Selim’in cebinde metelik kalmamıştı. Bir gün muhasebe hesaplarını yaparken aklına bankanın kasasında bulunan paralar geldi. İç sesini susturdu ve tekrar işine koyuldu. Ancak bir kere kulak vermişti bu sese. Bu ses içini kemirdikçe rüyaları kaçıyordu. Arkadaşlarından aldığı borç paraları da kumarda kaybettiği bir gün, eve geldi, uyuyamadı ve sabah olduğunda işe gitti.
            O gün mesai bitimi bankadan ayrılmadı ve yangın merdivenine çıkan kapının yedek kilidini yanına aldı, kapıyı arkadan kilitledi. Kapıları kontrol eden bekçi uyumaya koyuldu. Sessizce kapıyı açan Selim, bankanın kasasını usulca açtı ve tam beş deste parayı alarak yangın merdiveninden dışarı çıkıp ortadan kayboldu.
            Polis, iki gündür Selim’i arıyordu. Üçüncü günün akşamı arkadaşlarının hepsini sorguya çeken polis, baskıya dayanamayan bir arkadaşının itirafı sonucunda, kumarhanenin yolunu tuttu. Selim bu sırada elinde kalan son parayı kaybetmekle meşguldü.
            Polis, kumarhaneye baskın yaptı ve Selim’i gözaltına aldı. Polis arabasına binen Selim’in iç sesi bu sefer de güzel şeyler fısıldamıyordu kulağına. O, her zamanki gibi, bu iç sesi dinleyip, polisin bir anlık dikkatsizliğinden faydalanarak, polisin belindeki silaha sarılarak aldığı gibi kendi  kafasına sıktı ve iç sesine son verdi.
            Teşhis için otopsi salonuna gelen ailesi kahrolmuştu. Bir yandan babası, ona sahip çıkamadığı için vicdan azabı çekerken, bir yandan da annesi acı acı gözyaşı döküyordu. Kardeşleri ise salonun dış tarafında bulunan bahçede ağlıyorlardı. Selim, ailesi ile irtibatını kesmiş, annesi, babası ve kardeşleri ile görüşmüyordu. Bu sebepten başına gelenlerden ailesi habersizdi. Hatta kapısına gelen anne ve babasını kim bilir kaç defa kovmuştu. Şimdi ise, ona karşı son vazifeyi yapmak, yine ailesine düşmüştü.
            Mezar başında bir aile...
Anne, baba ve kardeşler... Hepsi üzgün, hepsinin gözü yaşlı, ona dua ediyorlardı. Selim ise, kim bilir ruhunun kaçıncı mücadelesini veriyordu. Kim bilir belki de perde gerisinden ailesine bakıyordu.
            Babası, mezarın üstünde bir kaplumbağa gördü. Eline aldı ve bunun adı nedir bilir misiniz? Dedi. Kimseden ses çıkmadı. Ancak hepsi kulak kesilmiş babayı dinlemeye hazırdı.
            -Bunun adı Yolcu’dur. O, sürekli yoldadır. Hiç bıkmadan, hiç usanmadan yürür. Bu yüzden onun adı yolcudur. Açlığa o kadar dayanıklıdır ki, belki de bu sebepten kendisinde hırs namına bir şey bulunmaz, bu vesileyle de çok uzun yaşar. Ömrü yaklaşık yüz elli senedir. Yani ortalama bir insan hayatının iki katı kadar.
            Baba, kaplumbağayı usulca, Selim’in mezarı üzerine saldığında o, tekrar yürümeye başlamış, ailesi ise oradan ayrılırken, kardeşlerin aklı, yolcunun hikâyesinde, gözleri ise, Selim’in mezarında ve üzerindeki kaplumbağa da kalmıştı.
                                                               --SON--