1990’lı
yıllar İstanbul.
Selim, fakir bir ailenin 5
çocuğundan en büyüğü idi. Hem fakirlik hem de kardeşlerin en büyüğü olmak Selim'in hayatına birtakım zorluklar getirmişti. Kimi zaman sadece bir ekmek ve birkaç
zeytinle idare etmek zorunda kalmak ve bunları da bir ağabey sorumluluğu ile
kardeşlerine bırakmak, onda bazen yılgınlığa sebep oluyor, ama bunları hep
içine atıyordu. Babası tekstil fabrikasında cüzi bir miktar ücretle
çalışıyor ve böylece kıt kanaat geçiniyorlardı. Buna rağmen babası çocuklarının
okumasını ve bu sefaletten kurtulmasını istiyordu. Bu sebeple her gün en büyük çocuğu Selim’e
nasihatte bulunuyor ve kendisi gibi fabrika köşelerinde sürünmemesi için okumasını
öğütlüyordu.
Selim ve ailesi için seneler
yokluk, fakirlik içerisinde geçerken, Babası Selim’e, sürekli okuması gerektiğini söylüyor ve
onun tüm sızlanmalarına rağmen, onu herhangi bir yere çırak göndermiyordu.
Annesi bazen evlere temizliğe gidiyor, o da çocuklarının okuyup güzel bir
hayat sürmesini istiyordu.
Seneler
birbirini kovalamış, Selim, üniversite imtihanlarına girmişti. Sınava iyi
hazırlanma imkânı elde edememiş, ancak hayata hemen atılma derdi, onun
tercihlerini etkilemiş ve nihayet bir muhasebe bölümüne kaydını yaptırmıştı.
Aslında bu bölüm onun için biçilmiş bir kaftandı. Çünkü bölümün 2 yıllık
olması, onun kısa sürede hayata atılması demekti. Hem muhasebe bölümü
mezunlarına ihtiyaç olması, onun kısa sürede iş bulacağı ve para kazanacağı
anlamına geliyordu. Nitekim fakirliğin onun kaderi olmasına boyun eğmemeliydi.
Kendisi azimliydi, parasız geçen çocukluğu ve delikanlılık günleri, onu hırslı
bir yapıya dönüştürmüştü. Şimdiye kadar hiçbir isteği tam olarak yerine getirilememiş, hep bir şeyi eksik
kalmıştı. Bu da ruh halini bir hayli bozmuştu. İşte tüm bunlardan kurtulmak
için karşısına bir fırsat çıkmıştı. Okulunu bitirecek ve para kazanacaktı. Hem
bu şekilde yoksul ailesine de yardım etmiş, onlara iyi bir yaşam sunmuş
olacaktı.
Bu
düşüncelerle ve bin bir zorlukla okulu bitirdi Selim. Bitirir bitirmez de
azmi ve hırsı ile hemen iş buldu. Bir bankanın mülakat sınavlarına girip,
mülakat komisyonunun tüm sorularına cevap vermiş, onları etkilemiş ve işe
alınmıştı. İlk maaşının hepsini ailesine harcayıp, kardeşlerinin yüzünü
güldürdü. Daha önce cebinde metelik olmaması ve cüzi de olsa bir miktar para
kazanmaya başlaması onu sanki dünyanın en zengin insanı yapmıştı.
Bu hal, böylece bir iki sene daha
devam etti. Selim’in biti kanlanmaya başlamıştı. Artık maaşının yetmediğini düşünüyordu. Aile kavramının ve kardeş sevgisinin yerini para hırsı ve sevdası
almıştı. Önceleri kendilerine daha iyi bir yaşam sunma derdi güttüğü ailesi ve
onlara olan sevgisi yerini para sevgisine bırakmıştı. Artık ailesinden
kurtulmak istiyordu. Onları sırtında bir kambur, hatta boynuna yapışan bir kene
gibi görmeye başlamıştı. Kendi
kendine söyleniyor ve şöyle diyordu:
-Daha
çok para kazanmam lazım, bu fakirliğin bitmesi gerek, ben bir muhasebeciyim,
benim bir maaşım var, aile de bir yere kadar canım. Babam da okusaymış ne
yapalım, ben onun ailesine bakmak zorunda değilim ya.
Bankada azimli yapısı ve
çalışkanlığı ile kısa sürede muhasebe birim sorumluluğuna getirilmişti. Maaşı
da böylece artmaya başlamıştı. Ama ailesine olan uzaklığı da büyüyordu. Bir gün
ailesine artık ayrı evde yaşamak istiyorum dediğinde, annesi ağlamaya başladı.
Babası onu sakinleştirerek:
-Hakkı tabi koca adam oldu, hem
para da kazanıyor ağlama hanım. Dedi.
Babasının tavrına çok sevinmişti
Selim. Bir hafta sonra ailesi ile vedalaştıktan sonra bekâr bir arkadaşının
yanına yerleşmek üzere evden ayrılırken, ailesine de merak etmeyin aydan aya paranızı
düzenli bir şekilde getireceğim demişti. Bu tavrına babası hiç yanıt vermemiş,
annesinin acısı ise ikiye katlanmıştı. Evden ayrıldıktan sonra dediği gibi,
aydan aya ailesine uğruyor ve para bırakıyordu. Bu hal bir yıl kadar sürdü.
Bir gün, bankaya orta yaşlı güzel,
alımlı bir kadın geldi. Bu kadın bir miktar parayı, bankaya başka bir isim adına
yatırdı. Kadın, Selim’e daha önceki bankadan memnun olmadıklarını ve bu
sebepten banka değiştirdiklerini, yaşlı bir adamın hizmetine baktığını
söyleyerek ekledi;
-Ben Kerime.
Kerime, sık sık gelmeye başlamıştı
bankaya. Her defasında bir bahane bulup, bankadan ayrılmıyordu. Çalışanlar bu
durumdan iyice rahatsız olunca Selim, bir gün;
-Çamlıca tepesinde güzel bir çay
bahçesi var. İş çıkışı orada buluşalım olur mu? Dedi.
Güzel kadın hiç üstelemeden başıyla
onayladı ve
-Bekleyeceğim. Dedi.
Aralarındaki yaş farkı Selim’i rahatsız
etmiyor. Kerime’nin yaşça büyük olması onu ilgilendirmediği gibi, günden güne
ona daha da âşık oluyordu. Kerime de bu durumdan rahatsızlık duymuyordu. İlişkileri
ilerlemişti. Bir gün, Kerime;
-Moruk! Zırnık koklatmıyor, kimi
kimsesi de yok, sanki mezara götürecek paraları. Dedi. Selim ise, buna cevap
vermedi.
Kerime, Selim’i ailesinden
tamamen ayırmıştı. Selim, artık ailesi ile görüşmüyor, onlara beş para vermiyordu.
Beraberce eğleniyor, geziyor ve günlerini gün ediyorlardı. Ama
doyumsuz bir tavırla kimi zaman isyanı ihmal etmiyorlardı. Daha çok kazanmak
varken ellerine geçen azıcık paraya.
Kerime, Selim’in aklını başından
almıştı. Kimi zaman onun bekâr evine gidiyor, kimi zamansa onu gizlice yaşlı adamın
evine alıyordu. Bu arada onu gece hayatına da alıştırmıştı. Selim böylelikle,
hayatında tatmadığı sigara ve alkole başlamış, kumara da müptela olmuştu. İlk
zamanlar para kazandığını gören Selim, bu şekilde kumardan zevk alıyor, para
kazandıkça hevesi daha da artıyordu. Kerime ise, yanından, yöresinden hiç
ayrılmıyor, elinde içki bardağı ile onun başına dikiliyordu. Bir gün kaybetme
sırası ona da gelmişti. Kazandığı paralar bir bir erimeye başlamış ve nihayet
son parası da tükenmişti. Artık maaşını da kumarda harcıyordu. Bir gün Kerime,
Selim’e bir teklifte bulundu:
-Hiçbir şey olmaz, yaşlı, moruk bir
adamın teki zaten, ruhu bile duymaz merak etme, tereyağından kıl çeker gibi
hallederiz, kaybettiğimiz paraları böylece tekrar kazanırız, hem ben sana
yardım ederim.
-Peki.
Selim, o gece yaşlı adamın evinin
arka kapısında belirdi. Ona kapıyı açan Kerime, kendisini gizlice içeriye aldı.
Daha sonra beraberce yaşlı adamın, çalışma odasına doğru yöneldiler. Kerime, korkmamasını, moruğun yattığını ve uykusunun ağır olduğunu söyledi.
Ancak Selim, soğuk terler döküyor ve korkudan titriyordu. Kerime, kendisine suç
ortağı bulmuş ve Selim’le birlikte yaşlı adamın kasasını soymaya koyulmuşlardı.
Kendisi tek başına yapmaya cesaret edememiş, Selim’i de buna cazibesi ile
kolaylıkla ikna etmişti.
Selim, yanında getirdiği levye ile
birkaç denemeden sonra kasayı açmayı başardı. Kerime bu arada söyleniyordu.
-Ben demiştim hemen açarız diye.
Kendisi gibi çürüktür kasası.
Selim, kasanın içine baktığında
hayal kırıklığına uğramıştı. Kerime’ye ters ters baktı ve ekledi:
-Burada
benim sadece iki maaşım kadar para var.
-Yaşlı
mendebur.
Selim
ve Kerime, paranın azlığına rağmen, kasanın içerisindeki tüm parayı almıştı. Ertesi
günse bu para kumarda kaybedilmiş, ikisi birden yeni arayışlara koyulmuştu.
Selim, tam bir kumarbaz olmuştu ve kumardan bir türlü vazgeçemiyordu. Kerime ile
ilişkileri de bozulmaya başlamış, son olaydan sonra birbirlerinden soğumuşlardı. Yaşlı adam, kasasını boş görünce Kerime’yi
sıkıştırmış ve onun çaldığını öğrenmişti. Polise ihbar etmek yerine de kovmayı
tercih etmişti. Kerime de ortalıktan kaybolmuştu.
Selim’in
cebinde metelik kalmamıştı. Bir gün muhasebe hesaplarını yaparken aklına
bankanın kasasında bulunan paralar geldi. İç sesini susturdu ve tekrar işine
koyuldu. Ancak bir kere kulak vermişti bu sese. Bu ses içini kemirdikçe
rüyaları kaçıyordu. Arkadaşlarından aldığı borç paraları da kumarda kaybettiği
bir gün, eve geldi, uyuyamadı ve sabah olduğunda işe gitti.
O
gün mesai bitimi bankadan ayrılmadı ve yangın merdivenine çıkan kapının yedek
kilidini yanına aldı, kapıyı arkadan kilitledi. Kapıları kontrol eden bekçi
uyumaya koyuldu. Sessizce kapıyı açan Selim, bankanın kasasını usulca açtı ve
tam beş deste parayı alarak yangın merdiveninden dışarı çıkıp ortadan kayboldu.
Polis,
iki gündür Selim’i arıyordu. Üçüncü günün akşamı arkadaşlarının hepsini sorguya
çeken polis, baskıya dayanamayan bir arkadaşının itirafı sonucunda,
kumarhanenin yolunu tuttu. Selim bu sırada elinde kalan son parayı kaybetmekle
meşguldü.
Polis,
kumarhaneye baskın yaptı ve Selim’i gözaltına aldı. Polis arabasına binen
Selim’in iç sesi bu sefer de güzel şeyler fısıldamıyordu kulağına. O, her
zamanki gibi, bu iç sesi dinleyip, polisin bir anlık dikkatsizliğinden
faydalanarak, polisin belindeki silaha sarılarak aldığı gibi kendi kafasına sıktı ve
iç sesine son verdi.
Teşhis
için otopsi salonuna gelen ailesi kahrolmuştu. Bir yandan babası, ona sahip
çıkamadığı için vicdan azabı çekerken, bir yandan da annesi acı acı gözyaşı
döküyordu. Kardeşleri ise salonun dış tarafında bulunan bahçede ağlıyorlardı.
Selim, ailesi ile irtibatını kesmiş, annesi, babası ve kardeşleri ile
görüşmüyordu. Bu sebepten başına gelenlerden ailesi habersizdi. Hatta kapısına
gelen anne ve babasını kim bilir kaç defa kovmuştu. Şimdi ise, ona
karşı son vazifeyi yapmak, yine ailesine düşmüştü.
Mezar
başında bir aile...
Anne, baba ve kardeşler... Hepsi
üzgün, hepsinin gözü yaşlı, ona dua ediyorlardı. Selim ise, kim
bilir ruhunun kaçıncı mücadelesini veriyordu. Kim bilir belki de perde gerisinden ailesine bakıyordu.
Babası, mezarın üstünde bir kaplumbağa gördü. Eline aldı ve bunun adı nedir bilir
misiniz? Dedi. Kimseden ses çıkmadı. Ancak hepsi kulak kesilmiş babayı
dinlemeye hazırdı.
-Bunun
adı Yolcu’dur. O, sürekli yoldadır. Hiç bıkmadan, hiç usanmadan yürür. Bu
yüzden onun adı yolcudur. Açlığa o kadar dayanıklıdır ki, belki de bu sebepten kendisinde hırs namına bir şey bulunmaz, bu vesileyle de çok uzun yaşar. Ömrü yaklaşık yüz elli senedir. Yani ortalama bir insan hayatının iki katı kadar.
Baba,
kaplumbağayı usulca, Selim’in mezarı üzerine saldığında o, tekrar yürümeye başlamış,
ailesi ise oradan ayrılırken, kardeşlerin aklı, yolcunun hikâyesinde, gözleri
ise, Selim’in mezarında ve üzerindeki kaplumbağa da kalmıştı.
--SON--